MİRAÇ
İsrâ Âyetinden Rayihalar - 1
(Soru - Cevaplı)
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla...
Allah-u Teâlâ (Celle Celaluhu) Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurmaktadır: “Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. O, gerçekten işitendir, görendir.” (el-İsrâ: 1)
İsrâ lugatta: Geceleyin yürümek veya birini geceleyin yürütmek anlamına gelir. Kelimenin sülâsî mücerredi de aynı anlamlara gelmektedir. Bununla birlikte if’âl babından kullanım Hicaz ehlinin lugatı olup, her iki kullanım şekli de Kur’ân-ı Kerîm’de gelmiştir. Şer’-i şerîf ıstılahında ise: Allah’ın kudretine apaçık bir âyet ve enbiyânın sonuncusunun peygamberliğini kesin şekilde gösteren bir mucizedir.2 Ulema İsrâ’nın vaktinde ihtilafa düşmüşlerdir. En sahih görüşe göre İsrâ, hicretten bir sene beş ay önce meydana gelmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’deki on yedinci sûre işte bu mucizeden dolayı “el-İsrâ’” diye adlandırılmıştır.3 Aynı şekilde “İsrail Oğulları Sûresi” diye de isimlendirilmiştir. Sûredeki toplam âyet sayısı; yüz on bir, kelime sayısı; bin beş yüz otuz üç, harf sayısı ise; altı bin dört yüz altmıştır. Sûredeki birinci âyet mekkî olup bunda herhangi bir görüş farklılığı yoktur.4 Sûrenin sebeb-i nüzûlü: Peygamber Efendimiz’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Kureyş ahâlisine başından geçen İsrâ olayını aktarması üzerine Kureyşlilerin onu yalanlamasıdır. Böylelikle Allah (Celle Celaluhu), Peygamber Efendimizi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bu sûre-i celîle ile tasdik etmiştir.5 Bu Sûrenin bir önceki en-Nahl sûresi ile münasebeti ise şudur: Bir önceki sûrede Allah (Celle Celaluhu), Peygamber Efendimize (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) sabretmesini emretmiş, müşriklerin yaptıklarına üzülmemesini, onu yalancılıkla, sihirbazlıkla, şairlikle, vb. şeylerle itham etmelerine karşı daralmamasını tavsiye buyurmuştur. Bundan sonra da sabra çokça ihtiyaç duyacağı sıkıntılı olaylarda ona destek olması ve güçlendirmesi için İsrâ hadisesinin gerçekleştirildiği haber verilmiş, böylelikle de Allah (Celle Celaluhu) katındaki derecesinin yüceliğine, fazilet ve şerefine dikkat çekilmiştir.6 Peygamber Efendimize ve onun âl-u ashâbına salât-ü selâm olsun.
● Tesbîh’in manası nedir ve niçin Kur’ân-ı Kerîm’deki on yedinci sûre bununla başlatılmıştır?
Cevap: “Sübhân” kelimesi tesbih ve tenzih işleminin özel ismi veya “tenzih etme” anlamında ism-i masdardır. “Sübhân” kelimesi için iki tevil yapılmıştır. Birincisi: Allah-u Teâlâ (Celle Celaluhu) bizzat kendisini, kulu Muhammed’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) isrâsında başka birisinin tesiri olduğunu tenzih etmektedir. İkincisi: En üst derecede yüceltme manasına gelmektedir ki “Sübhân” kelimesi bu anlamıyla bir başkası için kullanılması câiz değildir. İsrâ’nın harikulade bir olay olması açısından, Allah-u Teâlâ’yı (Celle Celaluhu) işlerindeki noksanlıktan tenzih etmek yerinde olacağından dolayı –Doğrusunu Allah bilir.- sûreye bunu ifade eden “Sübhân” kelimesiyle başlanılması daha uygun olmuştur.
Muhammed el-Emîn eş-Şinkîtî şöyle demiştir: “Tesbih hayret verici büyük olaylar karşısında getirilir. Eğer İsrâ hadisesi sadece bir rüyadan ibaret olsaydı çok da şaşılacak bir şey olmaz ve Allah-u Teâlâ da (Celle Celaluhu) bu sûreye tesbih ile başlamazdı.”7
Bu sûreye “Sübhân” kelimesiyle başlanılmasının bir diğer hikmeti de bu sûrenin âyetlerinde tesbih lafzı ve müştakkâtının çokça kullanılmış olması olabilir.8 Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de bu sûredeki kadar tesbih lafzının tekrar edildiği bir başka sûre bilmiyorum. Herhalde burada bize işaret olunan başka bir nokta da Efendimiz’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tesbih ve tenzihlerle dolu bir âleme geçtiğidir.
● Niçin sûreye ism-i masdarla başlanıp fiille başlanmamıştır?
Cevap: Tesbih Kur’ân-ı Kerîm’de mâzî, muzârî ve emir olmak üzere arapçadaki üç fiil türüyle de ifade edilmiştir. Allâh Tealâ bir âyet-i kerîme’de: “Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah’ı tesbih etmektedir.” (el-Hadîd: 1); diğer bir âyette: “Göklerde ve yerde olanların hepsi, mülkün sahibi, eksiklikten münezzeh, azîz ve hakîm olan Allah’ı tesbih eder.” (el-Cum’a: 1); bir başka âyet-i kerîmede ise: “Yüce Rabbinin adını tesbih et.” (el-A’lâ: 1) buyurmaktadır. Böyle ifade edilmesinin bir hikmeti de tesbihin bütün hal ve zamanlarını kapsam altına almak için olabilir. Çünkü arapçada fiiller genel anlamda üç kısım olup hepsinin de ifade ettiği manada zaman vardır. Fakat İsrâ ayetine iyice bakılacak olursa burada tesbihin ism-i masdar sîğasıyla, yani isim kipiyle getirildiği görülecektir. Bu ise diğer ayetlerde ifade edilen zaman manasını bir bakıma ifade etmez. Çünkü isimlerin mefhumunda zaman manası yoktur. Bu ise bizlere, İsrâ yolculuğunun zamandan soyutlanarak meydana geldiğine işaret etmektedir. Ayrıca kelime masdar anlamını taşımasından dolayı yalnız başına herhangi bir faili de göstermemektedir. Bu da tesbih eden olsun ya da olmasın her durumda Allah’ın (Celle Celaluhu) tesbih ve tenzihe şâyân olduğunu anımsatmaktadır.9
● Niçin âyet-i Kerime’de lafza-i celâl (الله) yerine ism-i mevsul (الذي) getirilmiştir?
Cevap: Özellikle böyle bir mucizede teaccübün gereği olarak “sübhânallâh” denilmesi beklenirken ism-i mevsul getirilmesinin hikmeti, Allah’ın (Celle Celaluhu) katında Peygamber Efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) makamının pek yüce olduğuna ve neden dolayı hayret edileceğine işaret olsa gerektir.
● Sıladaki “esrâ” fiili müteaddi mi, yoksa lazım mıdır?
Cevap: Bu fiil esasında hem müteaddi hem de lazım olarak kullanılabilmekte iken burada müteaddi olarak kullanılmış ve fiil Allah’a (Celle Celaluhu) isnat edilmiştir. Böylece normal şartlarda bir aylık mesafedeki Mescid-i Aksa’ya kulunu mucizevi bir şekilde götürüp getiren Allah’ın (Celle Celaluhu) kudretine de işaret edilmiştir.10
● “Esrâ” fiili müteaddi olmasına rağmen âyetteki “بِعَبْدِهِ” lafzının başına niçin bâ harf-i cerri getirilmiştir?
Cevap: Musâhabet ve ilsâk bâ harf-i cerrinin öne çıkan anlamlarındandır. Böylelikle bu İsrâ olayında, Allah’tan (Celle Celaluhu) Peygamber Efendimize (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) daha yakın hiçbir kimse olmadığına ve yine bu İsrâ mucizesinde Peygamber Efendimizden (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) daha fazla, Allah’la (Celle Celaluhu) bağlantılı olan hiçbir mahlukun bulunmadığına dikkat çekilmiştir.11
● Âyette Peygamber Efendimizden (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) “kul” diye tabir edilmesinin sebebi nedir ve peşinden muzafun ileyh olarak zamir gelmesi nasıl yorumlanmalıdır?
Cevap: Allah-u Teâlâ (Celle Celaluhu) Kur’ân-ı Kerim’in tamamında sadece beş yerde Peygamber Efendimizden (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ismiyle haber vermiş ve bu yerlerde de cümleyi ihbarî olarak getirmiştir.12 İnşaî cümlelerde ise genellikle ona Nebi ve Rasul gibi kelimelerle hitap etmiştir. Fakat İsrâ âyetinde ise onu başka bir sıfatla nitelemiştir ki o da kulluk vasfıdır.
Âyette bu sıfatla nitelendirilmesinin hikmeti, İsrâ mucizesiyle müşerref olan Peygamber Efendimiz Muhammed ibn-i Abdullah’ın da (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bizler gibi bir insan olduğuna, semaya da yükseltilse, havada da uçsa ya da başka mucizeler de elinde gerçekleşse sonuçta onun da bir insan olduğu, Allah’ın (Celle Celaluhu) kulu olması ötesinde -hristiyanların İsa’ya (Aleyhisselâm) iddia ettikleri gibi- ilahlık veya benzeri birşeyle onu sıfatlamanın kimsenin haddi olmadığı ve Allah’a (Celle Celaluhu) kulluk sıfatıyla sıfatlanmasından da onun bizzat kendisinin büyük bir onur duyduğuna işaret olabilir. Ayrıca âyet-i kerîmede kulluk sıfatının insanın ulaşabileceği en yüksek makam olduğuna işaret de vardır. Nitekim Allah-u Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de Nuh, İbrahim, İshak, Yakup, Davut ve Eyyüp (Aleyhimüsselâm) gibi bazı peygamberlere kul sıfatını kullanmıştır.13 Eğer Resûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) için daha şerefli bir isim olsaydı Hak Tealâ (Celle Celaluhu) burada muhakkak o ismi kullanırdı.14
Bütün bunlarla birlikte “kulunu...” denilip “rasûlünü...” denilmemesindeki bir başka nükte de, melekût alemine doğru yapılacak olan ruhanî isrâ ve miracın sadece peygamberlere özel olmadığına, kul sıfatıyla muttasıf olan herkese açık olduğuna işaret olabilir.
Ayrıca Allah-u Teâlâ’nın “kulunu...” demesi isrânın Peygamberimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ruh ve cesediyle birlikte uyku halinde olmayarak, uyanık iken gerçekleştiğini göstermektedir. Çünkü kul denildiği vakitte bu lafzın ruh ile cesedin tamamına denildiğinde hiçbir akıllının şüphesi yoktur. Ayrıca yukarıda da denildiği gibi bu mucize sadece uyku halinde olsaydı çok da şaşılacak bir şey olmaz ve kafirler de bunu inkar etmezdi. İsrâ âyetinin devamında gelen: “âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye...” cümlesi ve: “Gözü kaymadı ve sınırı aşmadı.”15 âyet-i kerimesi de bunu desteklemektedir. Çünkü görmek ruh ile cesedin ortak sıfatı olup bu manada kullanılması hakikattir. Sahabe-i Kirâm efendilerimizin çoğunluğu ile ehl-i sünnet ve’l-cemaat alimleri bunu böyle anlamışlardır.Kul kelimesinin lafza-i celâle değil de ona giden zamire muzaf kılınmasındaki hikmet ise, Peygamber Efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Allah-u Teâlâ’ya (Celle Celaluhu) yakınlığının ve beraberliğinin ifade edilmesine, böylelikle de onun hem makamının şeref ve yüceliğine hem de bizzat Allah’ın (Celle Celaluhu) kendisinin koruması altında olduğuna işaret olabilir. Çünkü efendi kölesini korur ve gözetir.16
● İsrâ kelimesi zaten geceleyin yürütme anlamına geliyorsa niçin âyette “geceleyin...” denilerek bir defa daha bu anlam tekrar edilmiştir? Bir de âyet-i kerîmedeki “لَيْلًا” lafzı niçin nekre olarak getirilmiştir?
Cevap: Hem araplar genellikle yapacakları yolculuklara sabah vaktinde başladıklarından hem de bütün bu isrâ ve miraç mucizelerinde olan olayların hepsinin bir gecede olmasının acaip olmasından dolayı âyet-i kerime’de “لَيْلًا” lafzı taraf-ı ilâhîden eklenerek bütün bunların bir gecenin çok az bir zaman diliminde olup bittiğine, yoksa geceleyin yürütmenin erken vakitte yola çıkarma manasında mecaz olmadığına işaret edilmiştir.
Buradaki bir başka hikmet ise Peygamber Efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) yolculuğa başladığı fezânın, büyük ve uzun bir gece gibi zifiri karanlık olması olabilir. Zira insan yerden iki bin kilometre kadar uzaklaştığı zamanda fezâ tamamen karanlık olarak gözükmektedir.
● Niçin isrâ mucizesi gündüzleyin herkesin gözü önünde gerçekleşmeyip geceleyin gerçekleşmiştir?
Cevap: Noksan akıllarımıza ilk gelen fikre göre, isrâ bir mucize ise bunun gündüz vakti bütün insanların gözü önünde, Cibril’in (Aleyhisselâm) getirdiği burak adlı hayvan üstüne Peygamber Efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) binerek göklere çıkıp gitmesi bir mucizede inkarcılar için daha ikna edici olduğudur. Kur’ân’ın bizlere haber verdiğine göre, eski ümmetlerde peygamberleri onlara bir mucize gösterdiklerinde bu genellikle onların gözleri önünde meydana gelmiştir. Mesela: İbrahim (Aleyhisselâm) kavminin gözleri önünde ateşe atıldığını ve yanmadığını, Musa (Aleyhisselâm) için kavminin gözleri önünde denizin ikiye ayrıldığını ve İsa’nın da (Aleyhisselâm) mucizelerine baktığımızda onları da bizzat kavminin gözleri önünde gerçekleştiğini bilmekteyiz. Fakat İsrâ mucizesine geldiğimizde ise Allah-u Teâlâ onun bir gecede olup bittiğini bizlere haber vermiştir. Çünkü kimsenin gözü önünde cereyan etmeyen bu mucizedeki hikmeti düşünüp anlamamızı istemektedir. O takdirde bu meselenin gayba imanla ilişkili bir mesele olduğunu anlamaktayız. Zira Efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) insanların gözleri önünde meydana gelmiş bir çok mucizesinin olduğunu da biliyoruz. Mesela: Mübarek elinden suyun fışkırması, az bir yemeğin içine elini koyduktan sonra onun büyük bir orduya yetmesi ve daha nice maddi ve hissi, hadis ve siyer kitaplarında anlatılan mucizeler gibi. Peki kafirler bu maddi mucizeleri gördüklerinde iman etmişler midir? Tabii ki hayır. Belki tersine bir yol izlemişler ve Efendimize (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “İnsanların gözlerini büyüleyen bir sihirbaz,” demişlerdir. Nitekim eski ümmetlerde de bu durum pek bir değişiklik arzetmemektedir. Demek ki Allah-u Teâlâ (Celle Celaluhu) bu isrâ mucizesiyle, üzerine maddi bir delil olarak Kur’ân-ı Azîmü’ş-şân’ın bulunduğu, kıyamete kadar sürecek bir mucize olmasını, kişinin olayı aklıyla değerlendirip bununla imana bir yol bulmasını murat etmiştir. Çünkü biz müslümanlar olarak hepimiz bilmekteyiz ki imanın delili sadece göz ile görmek olmayıp, bir o kadar da aklî burhandır. Bütün bunlarla birlikte eğer bu mucize gündüzleyin gerçekleşmiş olsa ve müşrikler Peygamberimizi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) burak üzerinde göğe yükselirken görselerdi: “Bu sadece gözlerimizi aldatan bir sihirden ibarettir,” demeleri pek de uzak bir ihtimal değildi. Nitekim şu âyet-i kerime de buna işaret etmektedir: “Eğer sana kâğıt üzerine yazılmış bir kitap indirseydik de onlar elleriyle onu tutmuş olsalardı, yine de inkâr ediciler: “Bu, apaçık büyüden başka bir şey değildir” derlerdi.17
● O zamanlar araplar arasında el-Beytü’l-Harâm diye bilinmesine rağmen niçin âyet-i kerimede el-Mescidü’l-Harâm diye isimlendirilmiştir?
Cevap: Allah’ın (Celle Celaluhu) evinin mescit diye lakaplanması, İbrahim’e (Aleyhisselâm) dayanmaktadır. Çünkü Allah’ın (Celle Celaluhu) Kur’ân’da bizlere haber verdiğine göre o, orayı Kabe’de namaz kılınmasına tahsis etmiştir.18 Haniflik inkıraza uğrayıp cahiliye ehli namazı terkedince oranın mescit vasfını unutmuşlar ve oraya hürmetli ev anlamında el-Beytü’l-Harâm demeye başlamışlardır. Aynı şekilde araplar Kabe’ye Beytü’l-arab da diyorlar ve içini de putlarla dolduruyorlardı. Hz. Ömer (Radıyallahu Anh): “Cahiliye döneminde Mescid-i Haram’da bir gecelik itikaf adamıştım,” sözünü söylerken onu İslâm’daki ismiyle isimlendirmiştir.19
Ayrıca Allah-u Teâlâ (Celle Celaluhu) âyet-i kerîmede: “Şüphesiz, âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mâbet), Mekke’deki (Kâbe)dir.”20 buyurmuş ve bizlere Kabe-i Muazzama’nın insanlardan önce onların ibadet etmesi için melekler tarafından inşa edilmiş ilk ibadet yeri olduğuna işaret etmektedir.21 Esasında Allah’a (Celle Celaluhu) ibadet için tahsis edilen her mekana mescit diye isim verir ve Allah’ın Evi diye adlandırsa da, Mescid-i Haram’ın mertebesi daha yücedir. Çünkü bizzat Allah’ın onu diğer evlerine kıble olarak seçmiş ve genel olarak diğer mescitlerde yapılması caiz olan şeyleri ona özel olarak yasaklamıştır.
Kaynakça
1. Biz de bu risâleyi burada kısaltmaya çalıştık. Yapılan bu ihtisârda soruların sayısı toplamda yirmi dörde ulaşmıştır. Mütercim.
2. Safvetü’t-tefâsîr, 2, 150.
3. et-Tahrîr ve’t-tenvîr, 15, 6.
4. el-Lübâb fî ‘ulûmi’l-Kitâb, 12, 193; Nazmü’d-dürer, 4, 327.
5. et-Tahrîr ve’t-tenvîr, 15, 6.
6. Tefsîru’ş-Şa’râvî, s. 8307; el-Bahru’l-muhît, 6,1.
7. Edvâü’l-beyân fî îzâhi’l-Kur’ân bi’l-Ku’ân, 3, 3.
8. Örnek olarak bkz. 43, 44, 93, 108 numaralı âyetler.
9. Min esrâri’l-beyâni’l-Kur’ânî, s. 203.
10. Tefsiru’ş-Şa’râvî, s. 8312.
11. el-Lübâb fî ‘ulûmi’l-Kitâb, 12, 195.
12. Âl-i İmrân: 144; el-Ahzâb: 40; Muhammed: 2; el-Feth: 29; es-Saf: 6.
13. el-İsrâ: 3; Sâd: 17, 30, 41, 44, 45.
14. el-Bahru’l-medîd, 2, 193.
15. en-Necm: 17.
16. Min esrâri’l-beyâni’l-Kur’ânî, s. 205.
17. el-En’âm: 7.
18. İbrahim: 37.
19. et-Tahrîr ve’t-tenvîr, 15, 12.
20. Âl-i İmrân: 96.
21. eş-Şa’râvî, el-İsrâ ve’l-mi’râc, s. 35.
Kaynak : https://www.facebook.com/marifetdernegi
İsrâ Âyetinden Rayihalar - 1
(Soru - Cevaplı)
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla...
Allah-u Teâlâ (Celle Celaluhu) Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurmaktadır: “Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. O, gerçekten işitendir, görendir.” (el-İsrâ: 1)
İsrâ lugatta: Geceleyin yürümek veya birini geceleyin yürütmek anlamına gelir. Kelimenin sülâsî mücerredi de aynı anlamlara gelmektedir. Bununla birlikte if’âl babından kullanım Hicaz ehlinin lugatı olup, her iki kullanım şekli de Kur’ân-ı Kerîm’de gelmiştir. Şer’-i şerîf ıstılahında ise: Allah’ın kudretine apaçık bir âyet ve enbiyânın sonuncusunun peygamberliğini kesin şekilde gösteren bir mucizedir.2 Ulema İsrâ’nın vaktinde ihtilafa düşmüşlerdir. En sahih görüşe göre İsrâ, hicretten bir sene beş ay önce meydana gelmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’deki on yedinci sûre işte bu mucizeden dolayı “el-İsrâ’” diye adlandırılmıştır.3 Aynı şekilde “İsrail Oğulları Sûresi” diye de isimlendirilmiştir. Sûredeki toplam âyet sayısı; yüz on bir, kelime sayısı; bin beş yüz otuz üç, harf sayısı ise; altı bin dört yüz altmıştır. Sûredeki birinci âyet mekkî olup bunda herhangi bir görüş farklılığı yoktur.4 Sûrenin sebeb-i nüzûlü: Peygamber Efendimiz’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Kureyş ahâlisine başından geçen İsrâ olayını aktarması üzerine Kureyşlilerin onu yalanlamasıdır. Böylelikle Allah (Celle Celaluhu), Peygamber Efendimizi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bu sûre-i celîle ile tasdik etmiştir.5 Bu Sûrenin bir önceki en-Nahl sûresi ile münasebeti ise şudur: Bir önceki sûrede Allah (Celle Celaluhu), Peygamber Efendimize (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) sabretmesini emretmiş, müşriklerin yaptıklarına üzülmemesini, onu yalancılıkla, sihirbazlıkla, şairlikle, vb. şeylerle itham etmelerine karşı daralmamasını tavsiye buyurmuştur. Bundan sonra da sabra çokça ihtiyaç duyacağı sıkıntılı olaylarda ona destek olması ve güçlendirmesi için İsrâ hadisesinin gerçekleştirildiği haber verilmiş, böylelikle de Allah (Celle Celaluhu) katındaki derecesinin yüceliğine, fazilet ve şerefine dikkat çekilmiştir.6 Peygamber Efendimize ve onun âl-u ashâbına salât-ü selâm olsun.
● Tesbîh’in manası nedir ve niçin Kur’ân-ı Kerîm’deki on yedinci sûre bununla başlatılmıştır?
Cevap: “Sübhân” kelimesi tesbih ve tenzih işleminin özel ismi veya “tenzih etme” anlamında ism-i masdardır. “Sübhân” kelimesi için iki tevil yapılmıştır. Birincisi: Allah-u Teâlâ (Celle Celaluhu) bizzat kendisini, kulu Muhammed’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) isrâsında başka birisinin tesiri olduğunu tenzih etmektedir. İkincisi: En üst derecede yüceltme manasına gelmektedir ki “Sübhân” kelimesi bu anlamıyla bir başkası için kullanılması câiz değildir. İsrâ’nın harikulade bir olay olması açısından, Allah-u Teâlâ’yı (Celle Celaluhu) işlerindeki noksanlıktan tenzih etmek yerinde olacağından dolayı –Doğrusunu Allah bilir.- sûreye bunu ifade eden “Sübhân” kelimesiyle başlanılması daha uygun olmuştur.
Muhammed el-Emîn eş-Şinkîtî şöyle demiştir: “Tesbih hayret verici büyük olaylar karşısında getirilir. Eğer İsrâ hadisesi sadece bir rüyadan ibaret olsaydı çok da şaşılacak bir şey olmaz ve Allah-u Teâlâ da (Celle Celaluhu) bu sûreye tesbih ile başlamazdı.”7
Bu sûreye “Sübhân” kelimesiyle başlanılmasının bir diğer hikmeti de bu sûrenin âyetlerinde tesbih lafzı ve müştakkâtının çokça kullanılmış olması olabilir.8 Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de bu sûredeki kadar tesbih lafzının tekrar edildiği bir başka sûre bilmiyorum. Herhalde burada bize işaret olunan başka bir nokta da Efendimiz’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tesbih ve tenzihlerle dolu bir âleme geçtiğidir.
● Niçin sûreye ism-i masdarla başlanıp fiille başlanmamıştır?
Cevap: Tesbih Kur’ân-ı Kerîm’de mâzî, muzârî ve emir olmak üzere arapçadaki üç fiil türüyle de ifade edilmiştir. Allâh Tealâ bir âyet-i kerîme’de: “Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah’ı tesbih etmektedir.” (el-Hadîd: 1); diğer bir âyette: “Göklerde ve yerde olanların hepsi, mülkün sahibi, eksiklikten münezzeh, azîz ve hakîm olan Allah’ı tesbih eder.” (el-Cum’a: 1); bir başka âyet-i kerîmede ise: “Yüce Rabbinin adını tesbih et.” (el-A’lâ: 1) buyurmaktadır. Böyle ifade edilmesinin bir hikmeti de tesbihin bütün hal ve zamanlarını kapsam altına almak için olabilir. Çünkü arapçada fiiller genel anlamda üç kısım olup hepsinin de ifade ettiği manada zaman vardır. Fakat İsrâ ayetine iyice bakılacak olursa burada tesbihin ism-i masdar sîğasıyla, yani isim kipiyle getirildiği görülecektir. Bu ise diğer ayetlerde ifade edilen zaman manasını bir bakıma ifade etmez. Çünkü isimlerin mefhumunda zaman manası yoktur. Bu ise bizlere, İsrâ yolculuğunun zamandan soyutlanarak meydana geldiğine işaret etmektedir. Ayrıca kelime masdar anlamını taşımasından dolayı yalnız başına herhangi bir faili de göstermemektedir. Bu da tesbih eden olsun ya da olmasın her durumda Allah’ın (Celle Celaluhu) tesbih ve tenzihe şâyân olduğunu anımsatmaktadır.9
● Niçin âyet-i Kerime’de lafza-i celâl (الله) yerine ism-i mevsul (الذي) getirilmiştir?
Cevap: Özellikle böyle bir mucizede teaccübün gereği olarak “sübhânallâh” denilmesi beklenirken ism-i mevsul getirilmesinin hikmeti, Allah’ın (Celle Celaluhu) katında Peygamber Efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) makamının pek yüce olduğuna ve neden dolayı hayret edileceğine işaret olsa gerektir.
● Sıladaki “esrâ” fiili müteaddi mi, yoksa lazım mıdır?
Cevap: Bu fiil esasında hem müteaddi hem de lazım olarak kullanılabilmekte iken burada müteaddi olarak kullanılmış ve fiil Allah’a (Celle Celaluhu) isnat edilmiştir. Böylece normal şartlarda bir aylık mesafedeki Mescid-i Aksa’ya kulunu mucizevi bir şekilde götürüp getiren Allah’ın (Celle Celaluhu) kudretine de işaret edilmiştir.10
● “Esrâ” fiili müteaddi olmasına rağmen âyetteki “بِعَبْدِهِ” lafzının başına niçin bâ harf-i cerri getirilmiştir?
Cevap: Musâhabet ve ilsâk bâ harf-i cerrinin öne çıkan anlamlarındandır. Böylelikle bu İsrâ olayında, Allah’tan (Celle Celaluhu) Peygamber Efendimize (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) daha yakın hiçbir kimse olmadığına ve yine bu İsrâ mucizesinde Peygamber Efendimizden (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) daha fazla, Allah’la (Celle Celaluhu) bağlantılı olan hiçbir mahlukun bulunmadığına dikkat çekilmiştir.11
● Âyette Peygamber Efendimizden (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) “kul” diye tabir edilmesinin sebebi nedir ve peşinden muzafun ileyh olarak zamir gelmesi nasıl yorumlanmalıdır?
Cevap: Allah-u Teâlâ (Celle Celaluhu) Kur’ân-ı Kerim’in tamamında sadece beş yerde Peygamber Efendimizden (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ismiyle haber vermiş ve bu yerlerde de cümleyi ihbarî olarak getirmiştir.12 İnşaî cümlelerde ise genellikle ona Nebi ve Rasul gibi kelimelerle hitap etmiştir. Fakat İsrâ âyetinde ise onu başka bir sıfatla nitelemiştir ki o da kulluk vasfıdır.
Âyette bu sıfatla nitelendirilmesinin hikmeti, İsrâ mucizesiyle müşerref olan Peygamber Efendimiz Muhammed ibn-i Abdullah’ın da (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bizler gibi bir insan olduğuna, semaya da yükseltilse, havada da uçsa ya da başka mucizeler de elinde gerçekleşse sonuçta onun da bir insan olduğu, Allah’ın (Celle Celaluhu) kulu olması ötesinde -hristiyanların İsa’ya (Aleyhisselâm) iddia ettikleri gibi- ilahlık veya benzeri birşeyle onu sıfatlamanın kimsenin haddi olmadığı ve Allah’a (Celle Celaluhu) kulluk sıfatıyla sıfatlanmasından da onun bizzat kendisinin büyük bir onur duyduğuna işaret olabilir. Ayrıca âyet-i kerîmede kulluk sıfatının insanın ulaşabileceği en yüksek makam olduğuna işaret de vardır. Nitekim Allah-u Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de Nuh, İbrahim, İshak, Yakup, Davut ve Eyyüp (Aleyhimüsselâm) gibi bazı peygamberlere kul sıfatını kullanmıştır.13 Eğer Resûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) için daha şerefli bir isim olsaydı Hak Tealâ (Celle Celaluhu) burada muhakkak o ismi kullanırdı.14
Bütün bunlarla birlikte “kulunu...” denilip “rasûlünü...” denilmemesindeki bir başka nükte de, melekût alemine doğru yapılacak olan ruhanî isrâ ve miracın sadece peygamberlere özel olmadığına, kul sıfatıyla muttasıf olan herkese açık olduğuna işaret olabilir.
Ayrıca Allah-u Teâlâ’nın “kulunu...” demesi isrânın Peygamberimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ruh ve cesediyle birlikte uyku halinde olmayarak, uyanık iken gerçekleştiğini göstermektedir. Çünkü kul denildiği vakitte bu lafzın ruh ile cesedin tamamına denildiğinde hiçbir akıllının şüphesi yoktur. Ayrıca yukarıda da denildiği gibi bu mucize sadece uyku halinde olsaydı çok da şaşılacak bir şey olmaz ve kafirler de bunu inkar etmezdi. İsrâ âyetinin devamında gelen: “âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye...” cümlesi ve: “Gözü kaymadı ve sınırı aşmadı.”15 âyet-i kerimesi de bunu desteklemektedir. Çünkü görmek ruh ile cesedin ortak sıfatı olup bu manada kullanılması hakikattir. Sahabe-i Kirâm efendilerimizin çoğunluğu ile ehl-i sünnet ve’l-cemaat alimleri bunu böyle anlamışlardır.Kul kelimesinin lafza-i celâle değil de ona giden zamire muzaf kılınmasındaki hikmet ise, Peygamber Efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Allah-u Teâlâ’ya (Celle Celaluhu) yakınlığının ve beraberliğinin ifade edilmesine, böylelikle de onun hem makamının şeref ve yüceliğine hem de bizzat Allah’ın (Celle Celaluhu) kendisinin koruması altında olduğuna işaret olabilir. Çünkü efendi kölesini korur ve gözetir.16
● İsrâ kelimesi zaten geceleyin yürütme anlamına geliyorsa niçin âyette “geceleyin...” denilerek bir defa daha bu anlam tekrar edilmiştir? Bir de âyet-i kerîmedeki “لَيْلًا” lafzı niçin nekre olarak getirilmiştir?
Cevap: Hem araplar genellikle yapacakları yolculuklara sabah vaktinde başladıklarından hem de bütün bu isrâ ve miraç mucizelerinde olan olayların hepsinin bir gecede olmasının acaip olmasından dolayı âyet-i kerime’de “لَيْلًا” lafzı taraf-ı ilâhîden eklenerek bütün bunların bir gecenin çok az bir zaman diliminde olup bittiğine, yoksa geceleyin yürütmenin erken vakitte yola çıkarma manasında mecaz olmadığına işaret edilmiştir.
Buradaki bir başka hikmet ise Peygamber Efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) yolculuğa başladığı fezânın, büyük ve uzun bir gece gibi zifiri karanlık olması olabilir. Zira insan yerden iki bin kilometre kadar uzaklaştığı zamanda fezâ tamamen karanlık olarak gözükmektedir.
● Niçin isrâ mucizesi gündüzleyin herkesin gözü önünde gerçekleşmeyip geceleyin gerçekleşmiştir?
Cevap: Noksan akıllarımıza ilk gelen fikre göre, isrâ bir mucize ise bunun gündüz vakti bütün insanların gözü önünde, Cibril’in (Aleyhisselâm) getirdiği burak adlı hayvan üstüne Peygamber Efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) binerek göklere çıkıp gitmesi bir mucizede inkarcılar için daha ikna edici olduğudur. Kur’ân’ın bizlere haber verdiğine göre, eski ümmetlerde peygamberleri onlara bir mucize gösterdiklerinde bu genellikle onların gözleri önünde meydana gelmiştir. Mesela: İbrahim (Aleyhisselâm) kavminin gözleri önünde ateşe atıldığını ve yanmadığını, Musa (Aleyhisselâm) için kavminin gözleri önünde denizin ikiye ayrıldığını ve İsa’nın da (Aleyhisselâm) mucizelerine baktığımızda onları da bizzat kavminin gözleri önünde gerçekleştiğini bilmekteyiz. Fakat İsrâ mucizesine geldiğimizde ise Allah-u Teâlâ onun bir gecede olup bittiğini bizlere haber vermiştir. Çünkü kimsenin gözü önünde cereyan etmeyen bu mucizedeki hikmeti düşünüp anlamamızı istemektedir. O takdirde bu meselenin gayba imanla ilişkili bir mesele olduğunu anlamaktayız. Zira Efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) insanların gözleri önünde meydana gelmiş bir çok mucizesinin olduğunu da biliyoruz. Mesela: Mübarek elinden suyun fışkırması, az bir yemeğin içine elini koyduktan sonra onun büyük bir orduya yetmesi ve daha nice maddi ve hissi, hadis ve siyer kitaplarında anlatılan mucizeler gibi. Peki kafirler bu maddi mucizeleri gördüklerinde iman etmişler midir? Tabii ki hayır. Belki tersine bir yol izlemişler ve Efendimize (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “İnsanların gözlerini büyüleyen bir sihirbaz,” demişlerdir. Nitekim eski ümmetlerde de bu durum pek bir değişiklik arzetmemektedir. Demek ki Allah-u Teâlâ (Celle Celaluhu) bu isrâ mucizesiyle, üzerine maddi bir delil olarak Kur’ân-ı Azîmü’ş-şân’ın bulunduğu, kıyamete kadar sürecek bir mucize olmasını, kişinin olayı aklıyla değerlendirip bununla imana bir yol bulmasını murat etmiştir. Çünkü biz müslümanlar olarak hepimiz bilmekteyiz ki imanın delili sadece göz ile görmek olmayıp, bir o kadar da aklî burhandır. Bütün bunlarla birlikte eğer bu mucize gündüzleyin gerçekleşmiş olsa ve müşrikler Peygamberimizi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) burak üzerinde göğe yükselirken görselerdi: “Bu sadece gözlerimizi aldatan bir sihirden ibarettir,” demeleri pek de uzak bir ihtimal değildi. Nitekim şu âyet-i kerime de buna işaret etmektedir: “Eğer sana kâğıt üzerine yazılmış bir kitap indirseydik de onlar elleriyle onu tutmuş olsalardı, yine de inkâr ediciler: “Bu, apaçık büyüden başka bir şey değildir” derlerdi.17
● O zamanlar araplar arasında el-Beytü’l-Harâm diye bilinmesine rağmen niçin âyet-i kerimede el-Mescidü’l-Harâm diye isimlendirilmiştir?
Cevap: Allah’ın (Celle Celaluhu) evinin mescit diye lakaplanması, İbrahim’e (Aleyhisselâm) dayanmaktadır. Çünkü Allah’ın (Celle Celaluhu) Kur’ân’da bizlere haber verdiğine göre o, orayı Kabe’de namaz kılınmasına tahsis etmiştir.18 Haniflik inkıraza uğrayıp cahiliye ehli namazı terkedince oranın mescit vasfını unutmuşlar ve oraya hürmetli ev anlamında el-Beytü’l-Harâm demeye başlamışlardır. Aynı şekilde araplar Kabe’ye Beytü’l-arab da diyorlar ve içini de putlarla dolduruyorlardı. Hz. Ömer (Radıyallahu Anh): “Cahiliye döneminde Mescid-i Haram’da bir gecelik itikaf adamıştım,” sözünü söylerken onu İslâm’daki ismiyle isimlendirmiştir.19
Ayrıca Allah-u Teâlâ (Celle Celaluhu) âyet-i kerîmede: “Şüphesiz, âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mâbet), Mekke’deki (Kâbe)dir.”20 buyurmuş ve bizlere Kabe-i Muazzama’nın insanlardan önce onların ibadet etmesi için melekler tarafından inşa edilmiş ilk ibadet yeri olduğuna işaret etmektedir.21 Esasında Allah’a (Celle Celaluhu) ibadet için tahsis edilen her mekana mescit diye isim verir ve Allah’ın Evi diye adlandırsa da, Mescid-i Haram’ın mertebesi daha yücedir. Çünkü bizzat Allah’ın onu diğer evlerine kıble olarak seçmiş ve genel olarak diğer mescitlerde yapılması caiz olan şeyleri ona özel olarak yasaklamıştır.
Kaynakça
1. Biz de bu risâleyi burada kısaltmaya çalıştık. Yapılan bu ihtisârda soruların sayısı toplamda yirmi dörde ulaşmıştır. Mütercim.
2. Safvetü’t-tefâsîr, 2, 150.
3. et-Tahrîr ve’t-tenvîr, 15, 6.
4. el-Lübâb fî ‘ulûmi’l-Kitâb, 12, 193; Nazmü’d-dürer, 4, 327.
5. et-Tahrîr ve’t-tenvîr, 15, 6.
6. Tefsîru’ş-Şa’râvî, s. 8307; el-Bahru’l-muhît, 6,1.
7. Edvâü’l-beyân fî îzâhi’l-Kur’ân bi’l-Ku’ân, 3, 3.
8. Örnek olarak bkz. 43, 44, 93, 108 numaralı âyetler.
9. Min esrâri’l-beyâni’l-Kur’ânî, s. 203.
10. Tefsiru’ş-Şa’râvî, s. 8312.
11. el-Lübâb fî ‘ulûmi’l-Kitâb, 12, 195.
12. Âl-i İmrân: 144; el-Ahzâb: 40; Muhammed: 2; el-Feth: 29; es-Saf: 6.
13. el-İsrâ: 3; Sâd: 17, 30, 41, 44, 45.
14. el-Bahru’l-medîd, 2, 193.
15. en-Necm: 17.
16. Min esrâri’l-beyâni’l-Kur’ânî, s. 205.
17. el-En’âm: 7.
18. İbrahim: 37.
19. et-Tahrîr ve’t-tenvîr, 15, 12.
20. Âl-i İmrân: 96.
21. eş-Şa’râvî, el-İsrâ ve’l-mi’râc, s. 35.
Kaynak : https://www.facebook.com/marifetdernegi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder