MİRAÇ
İsrâ Âyetinden Rayihalar – 2
(Soru - Cevaplı)
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla...
Allah-u Teâlâ (Celle Celaluhu) Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurmaktadır: “Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. O, gerçekten işitendir, görendir.” (el-İsrâ: 1)
● İsrâ mucizesi, Mescid-i Haram’ın dışındaki, Peygamber Efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) amcası Ebû Talib’in kızı, Ali b. Ebî Tâlib’in (Radıyallahu Anh) kızkardeşi Fâhite Ümm-ü Hâni’in (Radıyallahu Anha) evinden gerçekleşmiş olmasına rağmen, niçin âyet-i kerimede “Mescid-i Harâm’dan...” denilmektedir?
Cevap: Âyet-i kerimede bu şekilde ifade edilmesinin hikmeti Mekke-i Mükerreme’nin tamamının Harem bölgesi olduğunu ve mescitte kılınacak namaz ile yapılacak benzeri şeyler için vadedilen sevabın aynen Mekke’nin tamamı için geçerli olduğunu bildirmek olabilir. Nitekim İbn-i Abbâs (Radıyallahu Anhümâ) şöyle demiştir: “Harem bölgesinin tamamı mescittir.”22 Nitekim alimlerin çoğunluğunun görüşü de bu yöndedir.23
● Âyet-i kerimedeki “Mescid-i Aksâ’ya...” terkibinde bulunan ve “en uzak” anlamını taşıyan “Aksâ” lafzının seçilmesindeki ve ism-i tafdil sîgasıyla getirilmesindeki hikmet nedir?
Cevap: Âyet-i kerimenin üzerinde iyice durulduğunda söz konusu olan âyetin üç mescidi de biraraya getirdiği anlaşılmaktadır. Bunlar: Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa ve Mescid-i Nebevî. Çünkü âyette kullanılan aksâ kelimesi arapçada ism-i tafdil olup o ise asıl fiilde ortak olan iki şey arasındaki farklılığı ve üstünlüğü ifade etmek için konulmuştur. Mesela: “En uzak yere gittim,” denildiğinde yolculuğun başlangıç noktasıyla varış noktası arasında uzak denilebilecek bir yerin de olması şarttır. (Çünkü “en” edatı türkçede de göreceli üstünlük ifade etmektedir.) Yoksa varış noktasına sadece uzak denilmesi gerekirdi. Âyette de “en uzak mescide...” denilince başlangıç noktası olan Mescid-i Haram ile varış noktası olan Mescid-i Aksâ arasında uzak sayılan bir mescidin bulunması gerekmektedir. Halbuki bu mucizenin gerçekleştiği ve âyet-i kerimenin indiği tarihte bu ikisi arasında bir mescit de yoktur. Bu durumda sanki Allah-u Teâlâ bizlere Peygamber Efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Medine-i Münevvere’de inşa edecekleri mescide dikkatlerimizi çekmek istemiş ve buna işaret buyurmuştur. O takdirde isrâ yolculuğu Mescid-i Haram’dan başlamış, Mescid-i Nebevî’ye uğramış ve Mescid-i Aksâ’da ise son bulmuş olur. Nitekim şu hadis-i şerif de buna işaret etmektedir: “Bana katırdan küçük eşekten büyük bir binek getirildi, adımını gözünün görebildiği yere kadar atabiliyordu. Cibril (Aleyhisselâm) ile birlikte bindim ve biraz yol aldık. Sonra Cibril (Aleyhisselâm) dedi ki: “İn ve namaz kıl.” Ben de aynen yaptım. Cibril (Aleyhisselâm) şöyle dedi: “Namaz kıldığın yer neresidir, biliyor musun? Taybe’de (Medine’de) namaz kıldın. Oraya hicret edilecektir.”24
● Peygamber Efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) isrâ mucizesinin gerçekleştiği dönemde Mescid-i Aksâ’nın bir mescit olarak değil de kilise olarak kullanılmasına rağmen niçin Allah-u Tealâ (Celle Celaluhu) âyet-i kerimede orayı Mescit diye adlandırmıştır?
Cevap: Mescid-i Aksâ: Mescid-i Haram’dan kırk sene sonra yapılmış olan ve Îliyâ denilen yerdeki Beytü’l-makdis diye bilinen mescittir. Fakat isrâ mucizesinin gerçekleştiği dönemde mescit olarak değil de bir kilise olarak kullanılmaktaydı. Âyette mescit diye isimlendirilmesinde Peygamberimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) mucizesine konu olan yerin tekrar eskisi gibi mescide çevrileceğine işaret vardır. Nitekim ashab-ı kirâm efendilerimiz de (Radıyallahu Anhum) bu âyeti böyle yorumlamış ve Hazret-i Ömer (Radıyallahu Anh) zamanında ilk defa Kudüs’ü fethedip Beytü’l-makdis’i mescide çevirmişlerdir. Daha sonraları Selâhuddîn el-Eyyûbî tarafından da fethedilen Kudüs, müslümanlar için kıyamete kadar bir İslâm nişânesi olmaya devam edecektir.
● İsrâ yolculuğunun bir mescitten diğer bir mescide yapılmasındaki hikmet nedir?
Cevap: Allah-u Tealâ’nın (Celle Celaluhu) bu yolculuğu yukarıda zikredilen iki mescit arasında irâde buyurmasında bir çok hikmet vardır. Buna göre bu yolculuk İbrahim ve Musa’dan (Aleyhimesselâm) itibaren gelen inanç esaslarını İslâm’la birbirine bağlayan, Peygamberimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bu peygamberlerin varisi olduğunu ve risâletinin onların kutsallarını da içerdiğini bildiren bir yolculuktur. Bu mucizevî gece yolculuğunun diğer semavî dinlerin merkezi ve peygamberler diyarı olan Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’da son bulması ve bu mübarek gecede Peygamber Efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) imamlık yaptığı bir namazda diğer peygamberlerin de onun peşinde saf tutmaları Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) için başka bir meziyettir. Ayrıca bu mucizenin iki mescit arasında gerçekleştirilmesindeki bir başka hikmet de Allah’ın gölgeliğinde gölgelenecek yedi kısım insandan birine girmek ümidiyle müslümanın, yolculuğa da çıksa kalbinin daima mescitlere bağlı olması gerektiği olabilir.
● Niçin bu mucizevi gece yolculuğu Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya gerçekleştirilip başka bir yere yapılmamıştır? Halbuki onun kadar veya daha fazla uzak başka bir yere yapılacak yolculuk da mucizedeki esas maksadı gerçekleştiremez miydi? Ayrıca niçin söz konusu âyet-i kerimede miraç zikredilmemiştir?
Cevap: İsrâ bir mucize olup bundaki maksat da Peygamberimizi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) inkar davasından kafirleri vazgeçirmektir. Böyle bir âciz bırakma ve meydan okuma ise ancak onların bildiği ve alışageldikleri şeylerle mümkün olur. Nitekim bütün peygamberlerin mucizeleri kavimlerinin bildikleri şeylerde meydana gelmiştir. Örnek olarak: İsrail oğullarına Musa’nın (Aleyhisselâm) sihir ile ilgili mucize göstermesi gibi. Kureyş müşrikleri de ticaret ehli olduklarından yazın ve kışın yılda iki kez olmak üzere Şam’a ve Yemen’e yolculuğa çıkarlar ve bundan dolayı da sefere pek âşina idiler. Bu açıdan Kudüs ve Mescid-i Aksâ, onlar tarafından yollarındaki alametlerine varıncaya kadar iyi bilinen yerlerdi. Peygamber Efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bir aylık gidiş ve bir aylık geliş olmak üzere toplamda iki aylık uzaklıktaki Mescid-i Aksâ’ya hiç gitmediğini bilen Kureyşli müşrikler, onun bir gece gibi kısa bir zaman diliminde oraya gittiğini söylediğinde bunu kabullenmemişlerdir. Çünkü bunun normal şartlarda mümkün olmadığını biliyorlardı. İşte mucize de bu şekilde muhatapların bildikleri şeylerde olur. Bundan dolayı Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Mekke’li müşriklerin yanında ayrıca miraç mucizesini anlatmamıştır. Zira gökler onların gittikleri ve bildikleri yerlerden olmadığı için bununla meydan okuma ve âciz bırakma pek de mümkün olamayacaktı.
● Niçin âyet-i kerimede sadece Mescid-i Aksâ bereketle nitelendirilmiştir?
Cevap: Bereketin anlamı çerçevesinde; dünya ve ahirette yüce bir mertebeye sahip olması, içinde namaz kılanlara çok sevap verilmesi ve dua edenlerin dualarının kabul edilmesi gibi şeyler vardır. Nitekim bereket sıfatı Kur’ân-ı Kerim’de Mescid-i Haram için de ayrıca kullanılmıştır.25 Özellikle bu âyet-i kerimede Mescid-i Haram’ın bu sıfatla sıfatlanmayışı ise diğer âyetlerde geçmesinden ve araplar tarafından bunun yaygın bir şekilde bilinmesinden ileri gelebilir. Öte taraftan Mescid-i Aksâ’nın fazilet ve bereketini ise insanlar tamamen gözardı etmişlerdi. Nitekim arapların bu konuda bir bilgileri yoktu. Hristiyanlar da yahudilerden hoşlanmadıkları için, onların eserlerini gün yüzüne pek de çıkartmıyorlardı. Yahudiler ise oradan uzaklaşmış ve tekrar o topraklara dönmekten ümit kesmişlerdi. Bütün bunların üzerine İslam gelmiş ve Mescid-i Aksâ’nın fazilet ve bereketine temas etmiştir.
● Âyet-i kerimede “çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ...” denilip, bunun yerine; “bizzat kendisi mübarek kılınan” denilmemesinin ve bereketli olduğu noktaların zikredilmemesinin hikmeti nedir?
Cevap: Kendisine nisbet ederek fazilet ve mertebesini artırmak ve bereket noktalarını saymaksızın da maddi ve manevi her türlü bereketi içerdiğini ifade etmek için böyle buyrulmuş olabilir. Mescidin bizzat kendisinin değil de çevresinin bereketli kılındığının haber verilmesinde ise bu bereketin sadece o mescitle sınırlı kalmadığına, bu bereketin, orası gibi bütün Şam yöresini de kapsadığına işaret vardır. Nitekim bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmaktadır: “Ey Allah’ım! Şâm’ımızda bize bereket ihsan et!”26
Âyet-i kerime’de: “gösterelim diye...” ve “çevresini mübarek kıldığımız...” denilirken gâib sîgasından (üçüncü şahıs kipinden) mütekellim sîgasına (birinci şahıs kipine) dönülmesinin hikmeti nedir? Ayrıca gösterme işini Allah-u Teâlâ’nın (Celle Celaluhu) bizzat kendisine isnat edip bu fiili başka türlü ifade etmemesindeki hikmet nedir?
Cevap: Âyet-i kerime’nin başından itibaren gelen kelamın akışına göre: “çevresini mübarek kıldığı...” ve: “göstere diye...” şeklinde söylenmeyip iltifat kaidesi uygulanmıştır. Bu belagat üslûbunun kullanılmasındaki hikmet ise konuşanın bizzat Allah-u Teâlâ (Celle Celaluhu) olup ondan haber verme yoluyla tabir edilmediğine ve Allah-u Teâlâ’nın (Celle Celaluhu) fiillerinin açıkladığı veya gizlediği bir takım sebep ve hikmetlerinin bulunduğuna, dolayısıyla da bu isrâ mucizesinde de bir hikmeti olduğuna işaret olabilir. Gösterme işini bizzat yüce zatına tazim sîgasıyla isnat edip: “görmesi için...” veya: “gösterilsin diye...” şeklinde tabir etmemesindeki hikmet ise Cenâb-ı Hakk’ın Peygamber Efendimiz’den (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) çokça razı olduğunu bildirmek ve bu yüzden de bizzat gösterme işini üstlendiğini ifade etmek olabilir.27
● Niçin Allah-u Teâlâ isrâ mucizesiyle ilgili olarak: “gösterelim diye...” buyurururken öte taraftan miraç mucizesiyle ilgili olarak da: “Andolsun ki o, Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını gördü.”28 şeklinde tabir buyurmuştur?
Cevap: Yeryüzünde diğer insanlar için geçerli olan kanunlar, yeryüzündeyken Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) için de geçerli idi. Halbuki yeryüzünde bizim için bu kanunlardan dolayı gayb kapsamına giren, bununla birlikte Allah-u Teâlâ’nın da (Celle Celaluhu) Habibine (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) göstermek istediği bir kısım âyetler ve acayip şeyler vardı ki; Peygamber Efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bunları görmesi ancak Allah-u Teâlâ’nın göstermesiyle gerçekleşebilirdi. Bundan ötürü isrâ mucizesi yeryüzünde gerçekleştiği için onun ile ilgili âyette “gösterelim diye...” buyrulmuş olabilir. Öte yandan miraç mucizesinde Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) sema ehline iltihak edip meleklerle ve önceden vefat etmiş peygamberlerle karşılaşınca yeryüzünde diğer insanlar için geçerli olan kanunları bir nevi geride bırakmış, ahiret ve kurbiyet kanunlarına tabi olarak o âyetleri bizzat kendisi görür hale gelmiş ve bunun üzerine de: “Andolsun ki o, Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını gördü.” buyrulmuş olabilir.
Bir başka açıdan bakacak olursak yukarıda zikredilen iki âyet-i kerimenin her ikisinde de isrâ mucizesi kasdedilmiş, “gösterelim diye...” buyrulurken bu mucizenin hedef ve gayesi bildirilmiş, “Andolsun ki o, Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını gördü.” buyrulurken de bu amacın kesinlikle gerçekleştirildiği haber verilmek istenmiş olabilir.29
● İsrâ mucizesiyle ilgili âyet-i kerimenin sonunda niçin işitme ve görme sıfatlarına temas edilip, meselâ harikulade bir olay olması açısından Allah’ın kudretini ifade edecek bir şekilde âyet sonlandırılmamış ve neden işitme sıfatı görme sıfatından önce getirilmiştir?
Cevap: Te’sîs te’kîdden evlâ olduğu ve kudret sıfatı daha sonraki âyetlerde geleceği için burada kudret sıfatına temas edilmemiş olabilir. “O, gerçekten işitendir, görendir.” cümlesindeki zamirin merci’i ile ilgili alimler arasında ihtilaf vardır. Zamir lafzatullah’a döner, diyenler olduğu gibi zamirin Peygamber Efendimize (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) döndüğünü söyleyenler de vardır. Birinci görüşe göre; “O, gerçekten işitendir, görendir.” cümlesindeki işitilen ve görülen şeyler de farklı yorumlanmıştır. Kimi alimlere göre; ‘Kulu Muhammed’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) sözlerini işiten, fiillerini gören’, demek iken diğer bazılarına göre ise âyet; ‘İsrâ mucizesini ve İslâm’ı tasdik eden müminlerin ve inkar eden kafirlerin sözlerini işiten ve kendilerini görendir,’ manasına gelmektedir. İşitmenin görme sıfatından önce getirilmesinde de farklı görüşler ileri sürülmüştür. Normalde kişiyi işitebilecek en son uzaklıkta olan onu görebilecek en son uzaklıkta olandan daha yakın olduğu için işitme kurbiyet ve yakınlık manasını bildirir, bundan dolayı takdim edilmiş olabilir, diyen olduğu gibi tebliğ ve İslâm’a davette işitme duyusu görme duyusundan daha önemli olduğuna işaret etmek için takdim edilmiştir, diyen bile vardır. Hatta bazılarına göre, isrâ mucizesi geceleyin meydana geldiğinden ve geceleyin de görme değil de işitme daha ön planda kullanıldığından dolayı isrâ ile ilgili âyette işitme görmeden evvel zikredilmiştir.30
● Burak’ın getirilmesindeki hikmet nedir?
Cevap: Genellikle her yolculukta bir taşıma vasıtası kullanılmaktadır. Mucizeler de genellikle bütünüyle sebepler aleminden soyularak meydana gelmezler. Bu isrâ mucizesinde de bir hikmet-i ilâhiyye eseri olarak Burak adı verilen ve cennetten getirilen bir vasıta kullanılmıştır. Hiç bir vasıta kullanmaksızın Habibini (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) isrâ ve miraca kâdir olan Allah-u Teâlâ (Celle Celaluhu) iman edeceklere konuyu yakınlaştırmak için böyle irade buyurmuş olabilir.
Burak’ın nasıl bir canlı olduğunu Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bizlere şu sözleriyle haber vermiştir: “Bana katırdan küçük, eşekten büyük, uzun ve beyaz bir binek getirildi. Adımını gözünün görebildiği yere kadar atabiliyordu.”31 Buna göre Burak’ın gözünün görmesiyle dünyadaki her bir mesafeyi katetmesi bir anda oluyordu. Burak isminin arapçada yıldırım manasına gelen berk kelimesiyle aynı harflere sahip olması ve onun gibi beyaz renkli olmasından, ışık hızındaki süratinde de ona benzer bir sürat ortaya koyabileceği çıkartılabilir. Burak’ın hızı ışık hızıyla eşit olduğunda ise bu mucizede zaman ve mekan mefhumunun yok gibi olacağını bizlere işaret etmektedir.
Dediğimiz gibi genellikle mucizelerde sebepler aleminden tamamen kopulmaz ve o mucizeye uygun bir sebep ve vasıta da insanlara gösterilir. Meselâ: Musa (Aleyhisselâm), denizi ikiye ayırma mucizesinde asayı kullanmıştır. Burada Burak’ın kullanılmasındaki diğer önemli bir hikmet ise biz ümmet-i Muhammed’e sebeplere yapışıp ondan sonra tevekkül etmemiz hususunda bir ders verme olabilir. Öte yandan Burak adlı bineğe her bir peygamberin bindirildiği de göz önünde bulundurulacak olursa diğer peygamberlerin ilâhı ile Peygamber Efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ilâhının aynı ve bir olduğuna işaret etmek için bu vasıtanın kullanıldığı söylenebilir. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: “Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Mî’râc’a çıkarıldığı gece Burak isimli binit üzeri eğerlenmiş ve gem vurulmuş vaziyette getirilmişti de üzerine binerken zorluk çıkarmıştı. Cibril (Aleyhisselâm) o esnada dedi ki: Muhammed’e mi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bunu yapıyorsun! Allah’a ondan daha yakın bir kimse sana binmemiştir. Bunun üzerine Burak ter dökmeye başladı.”32
● İsrâ ve miraç mucizelerinden evvel Peygamber Efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) kalbinin yarılıp yıkanmasındaki hikmet nedir?
Cevap: Cündeb ibn-i Cünâde, Ebû Zer el-Gıfârî’den (Radıyallahu Anhuma) aktarıldığına göre Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmaktadır: “Ben, Mekke’de iken evimin tavanı (ansızın) yarıldı. Cibril (Aleyhisselâm) indi. Göğsümü yardıktan sonra onu zemzem suyu ile yıkadı. Sonra hikmet ve îmân ile dopdolu olan altından bir leğen getirdi de onu göğsümün içine boşalttı ve göğsümü kapattı. Sonra elimden tutup beni dünyâ semâya doğru çıkardı.”33 Malik b. Sa’sa’a’dan (Radıyallahu Anh) nakledilen diğer bir hadis-i şerifte ise şöyle geçmektedir: “Bir kerresinde ben Beyt’in (yâni Kabe’nin) yanında uyurla uyanık arası bir hâlde bulunuyordum. Derken bana içine hikmet ve imân doldurulmuş altından bir tas getirildi. Göğsümden karnımın alt tarafına kadar yarıldı. Sonra karnım Zemzem suyu ile yıkandı. Sonra hikmet ve îmân ile dolduruldu. Ve bana katırdan küçük, eşekten büyük beyaz bir hayvan getirildi (ki, o) Burak’tır. Akabinde ben Cibril’in (Aleyhisselâm) beraberinde gittim. Nihayet alt semâya vardık.”34
Buradan çıkarılacak ders ise “tahliye”nin (bâtını temizleyip boşaltmanın) “tahliye”den (bâtını süslemekten) önce yapılmasının gerektiğidir. Resûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) zâten temiz bir kalbe sahipti. Bununla birlikte ileride nâil olacağı büyük makam ile telakkî edeceği ilimler ve sırlara bir hazırlık olsun diye temiz kalbindeki şeytanın o küçücük nasibi de sökülüp atılmış, böylece ümmetine de ibadât-u tâatlerinden ve irşat vazifelerinden önce kalplerini temizlemeleri gerektiğine dair önlerine ışık tutmuştur. Bir hadis-i şeriflerinde ne de güzel buyurmuşlardır: “Haberiniz olsun ki, bedenin içinde bir lokmacık et parçası vardır ki, o iyi olursa bütün beden iyi olur; bozuk olursa bütün beden bozulur. İşte o (et parçası) kalptir.”35
● Bu mukaddes yolculukta Cibrîl-i Emîn’in (Aleyhisselâm) Peygamber Efendimize (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) arkadaşlık etmesindeki hikmet nedir?
Cevap: İnsanların, cinlerin ve meleklerin efendisi ve en üstünü olanın Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) olduğu kesindir. Böyle olunca, Seyyidü’l-melâike Cibrîl-i Emîn (Aleyhisselâm) da olsa onun mertebece aşağısında kalacağından dolayı böyle bir yolculukta Efendimize (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) rehberlik etme şerefine nâil olmasından, başta; arkadaşla sefere çıkmanın fazileti ile rütbece aşağı olanın yolu daha iyi bildiği yerde efdalin (rütbece üstte olanın) mefdûle (alt rütbedekine) tabi olmasının câiz olduğu çıkartılabilir. Mefdûlün efdale rehberlik etmesi onun rütbece de ondan üstün olduğunu göstermez. Nitekim Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) kendisinden önce hiçbir mahlûkun -Buna Cibrîl (Aleyhisselâm) da dahildir.- ulaşamadığı bir yere geldiğini şu hadis-i şeriflerinde bize haber vermektedirler: “Sonra ben çok yükseklere çıkarıldım. Nihayet kalemlerin cızırtılarını işittiğim yüksek bir yere vardım.”36 Aynı şekilde Musa’nın (Aleyhisselâm) Hızır (Aleyhisselâm) ile birlikte yaptıkları yolculuk ve âhir zamanda Mehdî’nin (Aleyhisselâm) İsa’ya (Aleyhisselâm) namaz kıldıracağı da buna delil olarak gösterilebilir. Herhalde namazda mefdûlün efdale imam olmasının câiz olması konusundaki fukahanın dayanakları da bu olsa gerektir.
Başka bir açıdan bakılacak olursa, davet sahibi misafirine kıymet verip onu taltif etmeyi arzu ederse bu durumda en kıymetli elçisini ona yollayacağı, bunun da misafirin kıymet ve şerefini göstereceği göz ardı edilmemelidir.
● Daha namaz farz kılınmazdan evvel, Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) diğer enbiyâya hangi namazı ne şekilde kıldırmıştır?
Cevap: Peygamber Efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) diğer peygamberlere namaz kıldırdığı sahih hadis-i şeriflerle sabittir.37 Bu namazda hiç bir peygamberin öne geçme teşebbüsünde bulunmamasının bir sebebi de onun kadr-u kıymetini hepsinin önceden bilmeleridir. Nitekim âyet-i kerimede şöyle buyrulmaktadır: “Hani Allah, peygamberlerden: ‘Ben size Kitap ve hikmet verdikten sonra nezdinizdekileri tasdik eden bir peygamber geldiğinde ona mutlaka inanıp yardım edeceksiniz’, diye söz almış, ‘Kabul ettiniz ve bu ahdimi yüklendiniz mi?’ dediğinde:’Kabul ettik’, cevabını vermişlerdi. Bunun üzerine Allah: ‘O halde şahit olun; ben de sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim’, buyurmuştu.”38 İşte bir çok müfessirin de beyan ettiği üzere Allah-u Teâlâ (Celle Celaluhu) gönderdiği her bir peygambere Hazret-i Muhammed’i (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) anlatmış ve her bir peygamberden ona ulaşırsa iman etme ve tabi olma sözü almıştır. Bazılarına göre ise kavmine beyan etmesi ve ona ulaşırlarsa tabi olup iman etmeleri gerektiğini onlara tebliğ etmesi üzerine söz alınmıştır. Buna binaen diğer bir hadis-i şerifte: “Eğer Musa (Aleyhisselâm) hayatta olsaydı, ona, bana tabi olmaktan başkası câiz olmazdı.” buyrulmuştur.39
Bazı alimlere göre Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ve ashabının miraçtan önce kıldıkları iki vakit namaz vardı ki bunlar sabah ile ikindi namazlarıydı. Bunların kılınışı aynen beş vakit namazınki gibiydi ve her ikisinin de rekat sayısı ikiydi. Bu görüştekiler, Kâf sûresi otuz dokuzuncu âyeti ve bazı hadis-i şerifleri delil gösterirler.40 Buna göre kılınan namaz sabah namazı olmuş olur. Bazılarına göre ise bu namaz, tahıyyetü’l-mescid namazı, diğer bazılarına göre ise miraca özel bir namazdır. Tüm bunlar peygamberler cemaatiyle kılınan namazın miraçtan önce vuku bulmasına göredir. Diğer bir kısım alimler de bu kılınan namazın miraçtan hemen sonra vuku bulduğunu ve kılınan namazın beş vakit farz namazdan ilki olarak sabah namazı olduğunu söylerler. Nitekim Kadı İyâz’ın meylettiği ve İbn Kesir’in doğru bulduğu görüş de budur.41
● et-Tehiyyâtü duasının anlamı ve önemi ile ilgili bilgi verir misiniz?
Cevap: Fukaha namaz bahsindeki teşehhüd ile hac bahsindeki veda tavafı konularında genellikle ahkamdan ziyade bunların faziletlerini anlatmaktan kendilerini alıkoyamazlar. Hanefiler der ki: Kulun miraçtan nasibi namaz olup namazın bir parçası da teşehhüttür. Bundan dolayı şöyle denilir:” Allah katında şanı pek yüce olduğundan dolayı, semada farz kılınan yegâne ibadet namazdır.” et-Tehiyyatü duasına teşehhüd denmesinin sebebi içinde şehadet lafızlarını barındırmasıdır. Bu duanın anlamı kısaca şöyledir: “Bütün tehiyyeler (sözlü ibadetler), salavât (bedenî ibadetler) ve tayyibât (malî ibadetler) Allah’a mahsustur. (Buraya kadar Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) söylemiştir.) Ey Peygamber, selâm, Allah’ın rahmet ve bereketleri de senin üzerine olsun. (Buraya kadar da Allah-u Teâlâ Hazret-i, Peygamberin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) sözüne karşılık vermiştir. Şöyle ki; selam kavli; ibadetlere, rahmet; bedeni ibadetlere ve bereket de; mali ibadetlere karşılıktır.) Bize ve Allah’ın sâlih kullarına selâm olsun. (Bu kelamı da Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) söylemiş ve bu şekilde Allah’ın bu ikramından diğer peygamber kardeşlerine, meleklere ve salih ins-ü cinne pâye vermiştir.) Şehâdet ve yakînen itikat ederim ki, Allah’tan başka hak ma’bûd yoktur. Ve yine şehâdet ve yakînen itikat ederim ki, Muhammed onun kulu ve elçisidir.” Fukahanın belirttiklerine göre kişi bu duayı namazda okurken miraçtaki bu diyaloğu hatırlar ve o hâlet-i ruhâniyeye bürünür.
Efendimiz Muhammed’e ve âl-ü ashâbının hepsine birden salât-ü selâm olsun.
Kaynakça
22. Ebû Ubeyd, el-Emvâl, s. 72; İbn Zencûyeh, el-Emvâl, 1, 207.
23. İbn Âdil, el-Lübâb, s. 3274.
24. Nesâî, es-Salât, 1. Ayrıca bkz. et-Tahrîr ve’t-tenvîr, 15, 7; Tefsîru’ş-Şa’râvî, s. 8322.
25. Âl-i İmrân: 96.
26. el-Buharî, el-Fiten, 16.
27. Min esrâri’l-beyâni’l-Kur’ânî, s. 206.
28. en-Necm: 18.
29. et-Tahrîr ve’t-tenvîr, 13, 20.
30. Min esrâri’l-beyâni’l-Kur’ânî, s. 209.
31. Müslim, el-Îmân, 259.
32. et-Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 18. Enes b. Malik (radıyallahu ‘anh) rivayet etmektedir.
33. el-Buhârî, es-Salât, 1.
34. el-Buhârî, Bed’ü’l-halk, 6.
35. el-Buhârî, el-Îmân, 37.
36. el-Buhârî, es-Salât, 1.
37. Müslim, el-Îmân, 278.
38. Âl-i İmrân, 81.
39. Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 387.
40. Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 161; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, I, 529.
41. bkz. Fethu’l-Bârî, II, 216; Tefsîru İbn Kesîr, V, 31.
Kaynak : https://www.facebook.com/marifetdernegi
İsrâ Âyetinden Rayihalar – 2
(Soru - Cevaplı)
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla...
Allah-u Teâlâ (Celle Celaluhu) Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurmaktadır: “Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. O, gerçekten işitendir, görendir.” (el-İsrâ: 1)
● İsrâ mucizesi, Mescid-i Haram’ın dışındaki, Peygamber Efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) amcası Ebû Talib’in kızı, Ali b. Ebî Tâlib’in (Radıyallahu Anh) kızkardeşi Fâhite Ümm-ü Hâni’in (Radıyallahu Anha) evinden gerçekleşmiş olmasına rağmen, niçin âyet-i kerimede “Mescid-i Harâm’dan...” denilmektedir?
Cevap: Âyet-i kerimede bu şekilde ifade edilmesinin hikmeti Mekke-i Mükerreme’nin tamamının Harem bölgesi olduğunu ve mescitte kılınacak namaz ile yapılacak benzeri şeyler için vadedilen sevabın aynen Mekke’nin tamamı için geçerli olduğunu bildirmek olabilir. Nitekim İbn-i Abbâs (Radıyallahu Anhümâ) şöyle demiştir: “Harem bölgesinin tamamı mescittir.”22 Nitekim alimlerin çoğunluğunun görüşü de bu yöndedir.23
● Âyet-i kerimedeki “Mescid-i Aksâ’ya...” terkibinde bulunan ve “en uzak” anlamını taşıyan “Aksâ” lafzının seçilmesindeki ve ism-i tafdil sîgasıyla getirilmesindeki hikmet nedir?
Cevap: Âyet-i kerimenin üzerinde iyice durulduğunda söz konusu olan âyetin üç mescidi de biraraya getirdiği anlaşılmaktadır. Bunlar: Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa ve Mescid-i Nebevî. Çünkü âyette kullanılan aksâ kelimesi arapçada ism-i tafdil olup o ise asıl fiilde ortak olan iki şey arasındaki farklılığı ve üstünlüğü ifade etmek için konulmuştur. Mesela: “En uzak yere gittim,” denildiğinde yolculuğun başlangıç noktasıyla varış noktası arasında uzak denilebilecek bir yerin de olması şarttır. (Çünkü “en” edatı türkçede de göreceli üstünlük ifade etmektedir.) Yoksa varış noktasına sadece uzak denilmesi gerekirdi. Âyette de “en uzak mescide...” denilince başlangıç noktası olan Mescid-i Haram ile varış noktası olan Mescid-i Aksâ arasında uzak sayılan bir mescidin bulunması gerekmektedir. Halbuki bu mucizenin gerçekleştiği ve âyet-i kerimenin indiği tarihte bu ikisi arasında bir mescit de yoktur. Bu durumda sanki Allah-u Teâlâ bizlere Peygamber Efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Medine-i Münevvere’de inşa edecekleri mescide dikkatlerimizi çekmek istemiş ve buna işaret buyurmuştur. O takdirde isrâ yolculuğu Mescid-i Haram’dan başlamış, Mescid-i Nebevî’ye uğramış ve Mescid-i Aksâ’da ise son bulmuş olur. Nitekim şu hadis-i şerif de buna işaret etmektedir: “Bana katırdan küçük eşekten büyük bir binek getirildi, adımını gözünün görebildiği yere kadar atabiliyordu. Cibril (Aleyhisselâm) ile birlikte bindim ve biraz yol aldık. Sonra Cibril (Aleyhisselâm) dedi ki: “İn ve namaz kıl.” Ben de aynen yaptım. Cibril (Aleyhisselâm) şöyle dedi: “Namaz kıldığın yer neresidir, biliyor musun? Taybe’de (Medine’de) namaz kıldın. Oraya hicret edilecektir.”24
● Peygamber Efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) isrâ mucizesinin gerçekleştiği dönemde Mescid-i Aksâ’nın bir mescit olarak değil de kilise olarak kullanılmasına rağmen niçin Allah-u Tealâ (Celle Celaluhu) âyet-i kerimede orayı Mescit diye adlandırmıştır?
Cevap: Mescid-i Aksâ: Mescid-i Haram’dan kırk sene sonra yapılmış olan ve Îliyâ denilen yerdeki Beytü’l-makdis diye bilinen mescittir. Fakat isrâ mucizesinin gerçekleştiği dönemde mescit olarak değil de bir kilise olarak kullanılmaktaydı. Âyette mescit diye isimlendirilmesinde Peygamberimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) mucizesine konu olan yerin tekrar eskisi gibi mescide çevrileceğine işaret vardır. Nitekim ashab-ı kirâm efendilerimiz de (Radıyallahu Anhum) bu âyeti böyle yorumlamış ve Hazret-i Ömer (Radıyallahu Anh) zamanında ilk defa Kudüs’ü fethedip Beytü’l-makdis’i mescide çevirmişlerdir. Daha sonraları Selâhuddîn el-Eyyûbî tarafından da fethedilen Kudüs, müslümanlar için kıyamete kadar bir İslâm nişânesi olmaya devam edecektir.
● İsrâ yolculuğunun bir mescitten diğer bir mescide yapılmasındaki hikmet nedir?
Cevap: Allah-u Tealâ’nın (Celle Celaluhu) bu yolculuğu yukarıda zikredilen iki mescit arasında irâde buyurmasında bir çok hikmet vardır. Buna göre bu yolculuk İbrahim ve Musa’dan (Aleyhimesselâm) itibaren gelen inanç esaslarını İslâm’la birbirine bağlayan, Peygamberimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bu peygamberlerin varisi olduğunu ve risâletinin onların kutsallarını da içerdiğini bildiren bir yolculuktur. Bu mucizevî gece yolculuğunun diğer semavî dinlerin merkezi ve peygamberler diyarı olan Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’da son bulması ve bu mübarek gecede Peygamber Efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) imamlık yaptığı bir namazda diğer peygamberlerin de onun peşinde saf tutmaları Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) için başka bir meziyettir. Ayrıca bu mucizenin iki mescit arasında gerçekleştirilmesindeki bir başka hikmet de Allah’ın gölgeliğinde gölgelenecek yedi kısım insandan birine girmek ümidiyle müslümanın, yolculuğa da çıksa kalbinin daima mescitlere bağlı olması gerektiği olabilir.
● Niçin bu mucizevi gece yolculuğu Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya gerçekleştirilip başka bir yere yapılmamıştır? Halbuki onun kadar veya daha fazla uzak başka bir yere yapılacak yolculuk da mucizedeki esas maksadı gerçekleştiremez miydi? Ayrıca niçin söz konusu âyet-i kerimede miraç zikredilmemiştir?
Cevap: İsrâ bir mucize olup bundaki maksat da Peygamberimizi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) inkar davasından kafirleri vazgeçirmektir. Böyle bir âciz bırakma ve meydan okuma ise ancak onların bildiği ve alışageldikleri şeylerle mümkün olur. Nitekim bütün peygamberlerin mucizeleri kavimlerinin bildikleri şeylerde meydana gelmiştir. Örnek olarak: İsrail oğullarına Musa’nın (Aleyhisselâm) sihir ile ilgili mucize göstermesi gibi. Kureyş müşrikleri de ticaret ehli olduklarından yazın ve kışın yılda iki kez olmak üzere Şam’a ve Yemen’e yolculuğa çıkarlar ve bundan dolayı da sefere pek âşina idiler. Bu açıdan Kudüs ve Mescid-i Aksâ, onlar tarafından yollarındaki alametlerine varıncaya kadar iyi bilinen yerlerdi. Peygamber Efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bir aylık gidiş ve bir aylık geliş olmak üzere toplamda iki aylık uzaklıktaki Mescid-i Aksâ’ya hiç gitmediğini bilen Kureyşli müşrikler, onun bir gece gibi kısa bir zaman diliminde oraya gittiğini söylediğinde bunu kabullenmemişlerdir. Çünkü bunun normal şartlarda mümkün olmadığını biliyorlardı. İşte mucize de bu şekilde muhatapların bildikleri şeylerde olur. Bundan dolayı Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Mekke’li müşriklerin yanında ayrıca miraç mucizesini anlatmamıştır. Zira gökler onların gittikleri ve bildikleri yerlerden olmadığı için bununla meydan okuma ve âciz bırakma pek de mümkün olamayacaktı.
● Niçin âyet-i kerimede sadece Mescid-i Aksâ bereketle nitelendirilmiştir?
Cevap: Bereketin anlamı çerçevesinde; dünya ve ahirette yüce bir mertebeye sahip olması, içinde namaz kılanlara çok sevap verilmesi ve dua edenlerin dualarının kabul edilmesi gibi şeyler vardır. Nitekim bereket sıfatı Kur’ân-ı Kerim’de Mescid-i Haram için de ayrıca kullanılmıştır.25 Özellikle bu âyet-i kerimede Mescid-i Haram’ın bu sıfatla sıfatlanmayışı ise diğer âyetlerde geçmesinden ve araplar tarafından bunun yaygın bir şekilde bilinmesinden ileri gelebilir. Öte taraftan Mescid-i Aksâ’nın fazilet ve bereketini ise insanlar tamamen gözardı etmişlerdi. Nitekim arapların bu konuda bir bilgileri yoktu. Hristiyanlar da yahudilerden hoşlanmadıkları için, onların eserlerini gün yüzüne pek de çıkartmıyorlardı. Yahudiler ise oradan uzaklaşmış ve tekrar o topraklara dönmekten ümit kesmişlerdi. Bütün bunların üzerine İslam gelmiş ve Mescid-i Aksâ’nın fazilet ve bereketine temas etmiştir.
● Âyet-i kerimede “çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ...” denilip, bunun yerine; “bizzat kendisi mübarek kılınan” denilmemesinin ve bereketli olduğu noktaların zikredilmemesinin hikmeti nedir?
Cevap: Kendisine nisbet ederek fazilet ve mertebesini artırmak ve bereket noktalarını saymaksızın da maddi ve manevi her türlü bereketi içerdiğini ifade etmek için böyle buyrulmuş olabilir. Mescidin bizzat kendisinin değil de çevresinin bereketli kılındığının haber verilmesinde ise bu bereketin sadece o mescitle sınırlı kalmadığına, bu bereketin, orası gibi bütün Şam yöresini de kapsadığına işaret vardır. Nitekim bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmaktadır: “Ey Allah’ım! Şâm’ımızda bize bereket ihsan et!”26
Âyet-i kerime’de: “gösterelim diye...” ve “çevresini mübarek kıldığımız...” denilirken gâib sîgasından (üçüncü şahıs kipinden) mütekellim sîgasına (birinci şahıs kipine) dönülmesinin hikmeti nedir? Ayrıca gösterme işini Allah-u Teâlâ’nın (Celle Celaluhu) bizzat kendisine isnat edip bu fiili başka türlü ifade etmemesindeki hikmet nedir?
Cevap: Âyet-i kerime’nin başından itibaren gelen kelamın akışına göre: “çevresini mübarek kıldığı...” ve: “göstere diye...” şeklinde söylenmeyip iltifat kaidesi uygulanmıştır. Bu belagat üslûbunun kullanılmasındaki hikmet ise konuşanın bizzat Allah-u Teâlâ (Celle Celaluhu) olup ondan haber verme yoluyla tabir edilmediğine ve Allah-u Teâlâ’nın (Celle Celaluhu) fiillerinin açıkladığı veya gizlediği bir takım sebep ve hikmetlerinin bulunduğuna, dolayısıyla da bu isrâ mucizesinde de bir hikmeti olduğuna işaret olabilir. Gösterme işini bizzat yüce zatına tazim sîgasıyla isnat edip: “görmesi için...” veya: “gösterilsin diye...” şeklinde tabir etmemesindeki hikmet ise Cenâb-ı Hakk’ın Peygamber Efendimiz’den (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) çokça razı olduğunu bildirmek ve bu yüzden de bizzat gösterme işini üstlendiğini ifade etmek olabilir.27
● Niçin Allah-u Teâlâ isrâ mucizesiyle ilgili olarak: “gösterelim diye...” buyurururken öte taraftan miraç mucizesiyle ilgili olarak da: “Andolsun ki o, Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını gördü.”28 şeklinde tabir buyurmuştur?
Cevap: Yeryüzünde diğer insanlar için geçerli olan kanunlar, yeryüzündeyken Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) için de geçerli idi. Halbuki yeryüzünde bizim için bu kanunlardan dolayı gayb kapsamına giren, bununla birlikte Allah-u Teâlâ’nın da (Celle Celaluhu) Habibine (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) göstermek istediği bir kısım âyetler ve acayip şeyler vardı ki; Peygamber Efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bunları görmesi ancak Allah-u Teâlâ’nın göstermesiyle gerçekleşebilirdi. Bundan ötürü isrâ mucizesi yeryüzünde gerçekleştiği için onun ile ilgili âyette “gösterelim diye...” buyrulmuş olabilir. Öte yandan miraç mucizesinde Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) sema ehline iltihak edip meleklerle ve önceden vefat etmiş peygamberlerle karşılaşınca yeryüzünde diğer insanlar için geçerli olan kanunları bir nevi geride bırakmış, ahiret ve kurbiyet kanunlarına tabi olarak o âyetleri bizzat kendisi görür hale gelmiş ve bunun üzerine de: “Andolsun ki o, Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını gördü.” buyrulmuş olabilir.
Bir başka açıdan bakacak olursak yukarıda zikredilen iki âyet-i kerimenin her ikisinde de isrâ mucizesi kasdedilmiş, “gösterelim diye...” buyrulurken bu mucizenin hedef ve gayesi bildirilmiş, “Andolsun ki o, Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını gördü.” buyrulurken de bu amacın kesinlikle gerçekleştirildiği haber verilmek istenmiş olabilir.29
● İsrâ mucizesiyle ilgili âyet-i kerimenin sonunda niçin işitme ve görme sıfatlarına temas edilip, meselâ harikulade bir olay olması açısından Allah’ın kudretini ifade edecek bir şekilde âyet sonlandırılmamış ve neden işitme sıfatı görme sıfatından önce getirilmiştir?
Cevap: Te’sîs te’kîdden evlâ olduğu ve kudret sıfatı daha sonraki âyetlerde geleceği için burada kudret sıfatına temas edilmemiş olabilir. “O, gerçekten işitendir, görendir.” cümlesindeki zamirin merci’i ile ilgili alimler arasında ihtilaf vardır. Zamir lafzatullah’a döner, diyenler olduğu gibi zamirin Peygamber Efendimize (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) döndüğünü söyleyenler de vardır. Birinci görüşe göre; “O, gerçekten işitendir, görendir.” cümlesindeki işitilen ve görülen şeyler de farklı yorumlanmıştır. Kimi alimlere göre; ‘Kulu Muhammed’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) sözlerini işiten, fiillerini gören’, demek iken diğer bazılarına göre ise âyet; ‘İsrâ mucizesini ve İslâm’ı tasdik eden müminlerin ve inkar eden kafirlerin sözlerini işiten ve kendilerini görendir,’ manasına gelmektedir. İşitmenin görme sıfatından önce getirilmesinde de farklı görüşler ileri sürülmüştür. Normalde kişiyi işitebilecek en son uzaklıkta olan onu görebilecek en son uzaklıkta olandan daha yakın olduğu için işitme kurbiyet ve yakınlık manasını bildirir, bundan dolayı takdim edilmiş olabilir, diyen olduğu gibi tebliğ ve İslâm’a davette işitme duyusu görme duyusundan daha önemli olduğuna işaret etmek için takdim edilmiştir, diyen bile vardır. Hatta bazılarına göre, isrâ mucizesi geceleyin meydana geldiğinden ve geceleyin de görme değil de işitme daha ön planda kullanıldığından dolayı isrâ ile ilgili âyette işitme görmeden evvel zikredilmiştir.30
● Burak’ın getirilmesindeki hikmet nedir?
Cevap: Genellikle her yolculukta bir taşıma vasıtası kullanılmaktadır. Mucizeler de genellikle bütünüyle sebepler aleminden soyularak meydana gelmezler. Bu isrâ mucizesinde de bir hikmet-i ilâhiyye eseri olarak Burak adı verilen ve cennetten getirilen bir vasıta kullanılmıştır. Hiç bir vasıta kullanmaksızın Habibini (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) isrâ ve miraca kâdir olan Allah-u Teâlâ (Celle Celaluhu) iman edeceklere konuyu yakınlaştırmak için böyle irade buyurmuş olabilir.
Burak’ın nasıl bir canlı olduğunu Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bizlere şu sözleriyle haber vermiştir: “Bana katırdan küçük, eşekten büyük, uzun ve beyaz bir binek getirildi. Adımını gözünün görebildiği yere kadar atabiliyordu.”31 Buna göre Burak’ın gözünün görmesiyle dünyadaki her bir mesafeyi katetmesi bir anda oluyordu. Burak isminin arapçada yıldırım manasına gelen berk kelimesiyle aynı harflere sahip olması ve onun gibi beyaz renkli olmasından, ışık hızındaki süratinde de ona benzer bir sürat ortaya koyabileceği çıkartılabilir. Burak’ın hızı ışık hızıyla eşit olduğunda ise bu mucizede zaman ve mekan mefhumunun yok gibi olacağını bizlere işaret etmektedir.
Dediğimiz gibi genellikle mucizelerde sebepler aleminden tamamen kopulmaz ve o mucizeye uygun bir sebep ve vasıta da insanlara gösterilir. Meselâ: Musa (Aleyhisselâm), denizi ikiye ayırma mucizesinde asayı kullanmıştır. Burada Burak’ın kullanılmasındaki diğer önemli bir hikmet ise biz ümmet-i Muhammed’e sebeplere yapışıp ondan sonra tevekkül etmemiz hususunda bir ders verme olabilir. Öte yandan Burak adlı bineğe her bir peygamberin bindirildiği de göz önünde bulundurulacak olursa diğer peygamberlerin ilâhı ile Peygamber Efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ilâhının aynı ve bir olduğuna işaret etmek için bu vasıtanın kullanıldığı söylenebilir. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: “Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Mî’râc’a çıkarıldığı gece Burak isimli binit üzeri eğerlenmiş ve gem vurulmuş vaziyette getirilmişti de üzerine binerken zorluk çıkarmıştı. Cibril (Aleyhisselâm) o esnada dedi ki: Muhammed’e mi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bunu yapıyorsun! Allah’a ondan daha yakın bir kimse sana binmemiştir. Bunun üzerine Burak ter dökmeye başladı.”32
● İsrâ ve miraç mucizelerinden evvel Peygamber Efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) kalbinin yarılıp yıkanmasındaki hikmet nedir?
Cevap: Cündeb ibn-i Cünâde, Ebû Zer el-Gıfârî’den (Radıyallahu Anhuma) aktarıldığına göre Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmaktadır: “Ben, Mekke’de iken evimin tavanı (ansızın) yarıldı. Cibril (Aleyhisselâm) indi. Göğsümü yardıktan sonra onu zemzem suyu ile yıkadı. Sonra hikmet ve îmân ile dopdolu olan altından bir leğen getirdi de onu göğsümün içine boşalttı ve göğsümü kapattı. Sonra elimden tutup beni dünyâ semâya doğru çıkardı.”33 Malik b. Sa’sa’a’dan (Radıyallahu Anh) nakledilen diğer bir hadis-i şerifte ise şöyle geçmektedir: “Bir kerresinde ben Beyt’in (yâni Kabe’nin) yanında uyurla uyanık arası bir hâlde bulunuyordum. Derken bana içine hikmet ve imân doldurulmuş altından bir tas getirildi. Göğsümden karnımın alt tarafına kadar yarıldı. Sonra karnım Zemzem suyu ile yıkandı. Sonra hikmet ve îmân ile dolduruldu. Ve bana katırdan küçük, eşekten büyük beyaz bir hayvan getirildi (ki, o) Burak’tır. Akabinde ben Cibril’in (Aleyhisselâm) beraberinde gittim. Nihayet alt semâya vardık.”34
Buradan çıkarılacak ders ise “tahliye”nin (bâtını temizleyip boşaltmanın) “tahliye”den (bâtını süslemekten) önce yapılmasının gerektiğidir. Resûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) zâten temiz bir kalbe sahipti. Bununla birlikte ileride nâil olacağı büyük makam ile telakkî edeceği ilimler ve sırlara bir hazırlık olsun diye temiz kalbindeki şeytanın o küçücük nasibi de sökülüp atılmış, böylece ümmetine de ibadât-u tâatlerinden ve irşat vazifelerinden önce kalplerini temizlemeleri gerektiğine dair önlerine ışık tutmuştur. Bir hadis-i şeriflerinde ne de güzel buyurmuşlardır: “Haberiniz olsun ki, bedenin içinde bir lokmacık et parçası vardır ki, o iyi olursa bütün beden iyi olur; bozuk olursa bütün beden bozulur. İşte o (et parçası) kalptir.”35
● Bu mukaddes yolculukta Cibrîl-i Emîn’in (Aleyhisselâm) Peygamber Efendimize (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) arkadaşlık etmesindeki hikmet nedir?
Cevap: İnsanların, cinlerin ve meleklerin efendisi ve en üstünü olanın Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) olduğu kesindir. Böyle olunca, Seyyidü’l-melâike Cibrîl-i Emîn (Aleyhisselâm) da olsa onun mertebece aşağısında kalacağından dolayı böyle bir yolculukta Efendimize (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) rehberlik etme şerefine nâil olmasından, başta; arkadaşla sefere çıkmanın fazileti ile rütbece aşağı olanın yolu daha iyi bildiği yerde efdalin (rütbece üstte olanın) mefdûle (alt rütbedekine) tabi olmasının câiz olduğu çıkartılabilir. Mefdûlün efdale rehberlik etmesi onun rütbece de ondan üstün olduğunu göstermez. Nitekim Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) kendisinden önce hiçbir mahlûkun -Buna Cibrîl (Aleyhisselâm) da dahildir.- ulaşamadığı bir yere geldiğini şu hadis-i şeriflerinde bize haber vermektedirler: “Sonra ben çok yükseklere çıkarıldım. Nihayet kalemlerin cızırtılarını işittiğim yüksek bir yere vardım.”36 Aynı şekilde Musa’nın (Aleyhisselâm) Hızır (Aleyhisselâm) ile birlikte yaptıkları yolculuk ve âhir zamanda Mehdî’nin (Aleyhisselâm) İsa’ya (Aleyhisselâm) namaz kıldıracağı da buna delil olarak gösterilebilir. Herhalde namazda mefdûlün efdale imam olmasının câiz olması konusundaki fukahanın dayanakları da bu olsa gerektir.
Başka bir açıdan bakılacak olursa, davet sahibi misafirine kıymet verip onu taltif etmeyi arzu ederse bu durumda en kıymetli elçisini ona yollayacağı, bunun da misafirin kıymet ve şerefini göstereceği göz ardı edilmemelidir.
● Daha namaz farz kılınmazdan evvel, Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) diğer enbiyâya hangi namazı ne şekilde kıldırmıştır?
Cevap: Peygamber Efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) diğer peygamberlere namaz kıldırdığı sahih hadis-i şeriflerle sabittir.37 Bu namazda hiç bir peygamberin öne geçme teşebbüsünde bulunmamasının bir sebebi de onun kadr-u kıymetini hepsinin önceden bilmeleridir. Nitekim âyet-i kerimede şöyle buyrulmaktadır: “Hani Allah, peygamberlerden: ‘Ben size Kitap ve hikmet verdikten sonra nezdinizdekileri tasdik eden bir peygamber geldiğinde ona mutlaka inanıp yardım edeceksiniz’, diye söz almış, ‘Kabul ettiniz ve bu ahdimi yüklendiniz mi?’ dediğinde:’Kabul ettik’, cevabını vermişlerdi. Bunun üzerine Allah: ‘O halde şahit olun; ben de sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim’, buyurmuştu.”38 İşte bir çok müfessirin de beyan ettiği üzere Allah-u Teâlâ (Celle Celaluhu) gönderdiği her bir peygambere Hazret-i Muhammed’i (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) anlatmış ve her bir peygamberden ona ulaşırsa iman etme ve tabi olma sözü almıştır. Bazılarına göre ise kavmine beyan etmesi ve ona ulaşırlarsa tabi olup iman etmeleri gerektiğini onlara tebliğ etmesi üzerine söz alınmıştır. Buna binaen diğer bir hadis-i şerifte: “Eğer Musa (Aleyhisselâm) hayatta olsaydı, ona, bana tabi olmaktan başkası câiz olmazdı.” buyrulmuştur.39
Bazı alimlere göre Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ve ashabının miraçtan önce kıldıkları iki vakit namaz vardı ki bunlar sabah ile ikindi namazlarıydı. Bunların kılınışı aynen beş vakit namazınki gibiydi ve her ikisinin de rekat sayısı ikiydi. Bu görüştekiler, Kâf sûresi otuz dokuzuncu âyeti ve bazı hadis-i şerifleri delil gösterirler.40 Buna göre kılınan namaz sabah namazı olmuş olur. Bazılarına göre ise bu namaz, tahıyyetü’l-mescid namazı, diğer bazılarına göre ise miraca özel bir namazdır. Tüm bunlar peygamberler cemaatiyle kılınan namazın miraçtan önce vuku bulmasına göredir. Diğer bir kısım alimler de bu kılınan namazın miraçtan hemen sonra vuku bulduğunu ve kılınan namazın beş vakit farz namazdan ilki olarak sabah namazı olduğunu söylerler. Nitekim Kadı İyâz’ın meylettiği ve İbn Kesir’in doğru bulduğu görüş de budur.41
● et-Tehiyyâtü duasının anlamı ve önemi ile ilgili bilgi verir misiniz?
Cevap: Fukaha namaz bahsindeki teşehhüd ile hac bahsindeki veda tavafı konularında genellikle ahkamdan ziyade bunların faziletlerini anlatmaktan kendilerini alıkoyamazlar. Hanefiler der ki: Kulun miraçtan nasibi namaz olup namazın bir parçası da teşehhüttür. Bundan dolayı şöyle denilir:” Allah katında şanı pek yüce olduğundan dolayı, semada farz kılınan yegâne ibadet namazdır.” et-Tehiyyatü duasına teşehhüd denmesinin sebebi içinde şehadet lafızlarını barındırmasıdır. Bu duanın anlamı kısaca şöyledir: “Bütün tehiyyeler (sözlü ibadetler), salavât (bedenî ibadetler) ve tayyibât (malî ibadetler) Allah’a mahsustur. (Buraya kadar Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) söylemiştir.) Ey Peygamber, selâm, Allah’ın rahmet ve bereketleri de senin üzerine olsun. (Buraya kadar da Allah-u Teâlâ Hazret-i, Peygamberin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) sözüne karşılık vermiştir. Şöyle ki; selam kavli; ibadetlere, rahmet; bedeni ibadetlere ve bereket de; mali ibadetlere karşılıktır.) Bize ve Allah’ın sâlih kullarına selâm olsun. (Bu kelamı da Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) söylemiş ve bu şekilde Allah’ın bu ikramından diğer peygamber kardeşlerine, meleklere ve salih ins-ü cinne pâye vermiştir.) Şehâdet ve yakînen itikat ederim ki, Allah’tan başka hak ma’bûd yoktur. Ve yine şehâdet ve yakînen itikat ederim ki, Muhammed onun kulu ve elçisidir.” Fukahanın belirttiklerine göre kişi bu duayı namazda okurken miraçtaki bu diyaloğu hatırlar ve o hâlet-i ruhâniyeye bürünür.
Efendimiz Muhammed’e ve âl-ü ashâbının hepsine birden salât-ü selâm olsun.
Kaynakça
22. Ebû Ubeyd, el-Emvâl, s. 72; İbn Zencûyeh, el-Emvâl, 1, 207.
23. İbn Âdil, el-Lübâb, s. 3274.
24. Nesâî, es-Salât, 1. Ayrıca bkz. et-Tahrîr ve’t-tenvîr, 15, 7; Tefsîru’ş-Şa’râvî, s. 8322.
25. Âl-i İmrân: 96.
26. el-Buharî, el-Fiten, 16.
27. Min esrâri’l-beyâni’l-Kur’ânî, s. 206.
28. en-Necm: 18.
29. et-Tahrîr ve’t-tenvîr, 13, 20.
30. Min esrâri’l-beyâni’l-Kur’ânî, s. 209.
31. Müslim, el-Îmân, 259.
32. et-Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 18. Enes b. Malik (radıyallahu ‘anh) rivayet etmektedir.
33. el-Buhârî, es-Salât, 1.
34. el-Buhârî, Bed’ü’l-halk, 6.
35. el-Buhârî, el-Îmân, 37.
36. el-Buhârî, es-Salât, 1.
37. Müslim, el-Îmân, 278.
38. Âl-i İmrân, 81.
39. Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 387.
40. Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 161; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, I, 529.
41. bkz. Fethu’l-Bârî, II, 216; Tefsîru İbn Kesîr, V, 31.
Kaynak : https://www.facebook.com/marifetdernegi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder